“Ədəbiyyat və incəsənət” portalının “Ulduz” jurnalı ilə birgə təqdim etdiyi layihədə Türkiyənin “Genç Yürekler” jurnalının seçimində 51 türk müəllifinin yazıları yer alır. Türkiyə türkcəsində yayılan əsərlərin əsas qayəsi budur: “Dildə, fikirdə, işdə birlik!”.
“İnsan kimdir?”
Hatice Zingi
“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık”
Yaratanın diğer varlıklardan üstün kıldığı, şekil ve biçim olarak daha iyi özelliklere sahip olan İNSAN düşünen, muhasebe eden, karar verebilen bir varlıktır. İlim ve akıl gibi yüksek kabiliyetlerle donatılmış nice güzelliklerle bezenmiştir.
Dünya tarihi boyunca dinlerin ve bilim dallarının tamamında yapı taşı, merkezi, var oluşun kaynağı olan insan nedir? Rabbin, kendine muhatap kıldığı insan nasıl bir varlıktır? Dünya üzerindeki varlığıyla adını hafızalara, kitaplara yazdıran, keşifler yapan, toprağı işleyen, medeniyetler kuran, çağ açıp çağ kapatan, savaşlar çıkaran, adalet ve merhametin tesisinde söz ve tasarruf sahibi olan, iyilik ve güzellikleri çoğaltan, aynı zamanda yaratılan her güzelliğe zulmeden, en büyük zalim… Bir tarafı vahşi, bir tarafı ehil… Rabbin ruhundan üflediği için de hem kötüyü, hem iyiyi barındıran, hem rahmani, hem şeytani olan varlık, “insan” nedir?
“İnsan” kelimesinin, temel olarak iki sözcükten türediğinden söz edilir. Bunlardan biri “üns” kelimesidir. Üns ünsiyet, dostluk, yakınlık demektir. Bu bir taraftan insanın başka insanlara yakınlığını, bir taraftan da Allah’a tüm varlıklardan daha çok yakınlığını ifade eder. Üns kelimesinin, bir de “n-s-y”-“unutmak” fiilinden geldiği söylenmektedir. Bu durumda insan, unutkan bir varlık demektir.
“Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür.” Tanzimat dönemi şairlerimizden Muallim Naci’ye ait olan bu özdeyiş; “insanın hafızasının eksikliği ya da sakatlığı unutmasıdır” ifadesi ile insanın fıtratında unutmak olduğunu hatırlatmıştır. Başka bir özdeyişte de, “Hafiza-i beşer nisyan ile müsterihtir” denilmiştir. Maluliyetten ziyade bir rahatlık, bir huzur olarak nisyana başka bir gözle bakılmıştır.
Yaratan unutan insana kendi gerçeğini hatırlatmak için sözleri ile tesir eder. “Kur’an”da “Eyyühel insan!” diye duru sıfatı ile seslenir insana. Sözüne muhatap kıldığı insana hatırlatır, hatırlatır, sabırla, rahmetiyle hatırlatır. Her unuttuğunda yeni kapılar aralayarak tekrar-tekrar misafir eder Rahman-nimeti sonsuz olan…
Muhteşem lisanıyla; dünyanın darlığından, zindanından alıp sonsuz ferahlığa çıkarır, vesveseden, endişeden muzdarip kalbin, özgürce kanat çırpınışına vesile olur. Sana senden yakın olan sana konuşuyorsa dinle. Dinle ki, unuttuğunu hatırla. Unuttuğunu unuttuğunu da hatırla. Unutmak… Yeri gelir nimet, şifa olur, yeri gelir mükafat… Yeri gelir ceza, yeri gelir gaflet olur insana.
Derin acıları, kayıpları, zor imtihanları Yaratana teslim olarak, O’nda teselli bularak unutmak, bilgece unutmak; öğrenerek, ders çıkararak, güçlenerek, şifa bularak, bu nimetin şükrünü eda ederek unutmak.
Hem maddi, hem de manevi bir varlık olan insanın dünyada var oluş nedenini unutması, yaşadığı musibetlerin oluş sebeplerini ve sonuçlarını, musibetlerdeki sorumluluklarını, yanlış tercihlerini görememesi, idrak edememesi, aklın, bilimin ve dahi hakikatin varlığını yok sayarak davranması onun gafletidir. İnsan unutur, ölümlü olduğunu, acizliğini, muhtaçlığını unutur.
Muhteşem bir tasarım olan insan organizmasının kusursuz bir biçimde çalışması, organların ayrı-ayrı işlevi yaşam döngüsünün, nefes alış-verişinin en büyük delili iken, bizim bu sistemi unutmamız yaşamamızı da unutmaktır.
Mesela, 150 bin km’lik damar ağımızda kanımızın akış sesini duymayız. Kalbimizin ritmini duymayız; her an durabileceği gerçeğini unutarak. Göğüs kafesine kalbi yerleştirip aksamadan çalıştıranı unuturuz. Ayakta duruşumuz kendi eserimizmiş gibi nisyandayızdır.
Ünsiyet sahibi olan insan yeryüzünü yurt edinir. Günümüz insanına baktığımızda, unutmak, yani nisyan, vahşet, yabanilik anlamlarını kazanarak, insanın cemiyet ve yeryüzüyle ilişkisini izah eden bir çerçeveye sığar. Vahşet ve nisyan arasında kuvvetli bir bağ var. Zira bizi yabani kılan şey, bir şeyi unutmamız ve ya bilmeyişimizdir. Bu ise bilgiye ulaşmak, aslımıza dönmekle mümkündür.
Sohbet meclisi “Bezm-i Elest” de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, yaratılan bütün ruhların “evet” dediğini, sözün en güzelinin terennüm edildiğini, has meclisi hatırlamalı insan.
İnsan henüz hiçbir şey değilken, atomlar âleminde, hatta âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tabi tutan Rahman bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette “var olma” fırsatını vermiş. Bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması, anlaması, nefsini bilmesi- “Nefsini bilen Rabbi bilir” hakikatini kavraması, işte aslına dönmesi- rücu etmesi. “Oku!” emriyle, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sorusuyla muhatap olan insanın, varlık içinde yerini hatırlaması gerek.
“Unutmak”la yeryüzüne inen insan, hatırlayarak insanlığını ikmal edecek, var olma gayesini gerçekleştirecektir. Ezeli bilgiyi hatırlamakla vahşiliğini kaybederek yeryüzü ve ahalisiyle ünsiyet kurar, ehlileşir. Ünsiyet sahibi insan yeryüzünü vatan edinir ve uyum içerisinde yaşar. Ünsiyet marifettir, marifet insan olabilmektir.
İnsanın yolculuğu unutmak-hatırlamak, cehalet-bilmek arasındaki bir terakki (yükselme, gelişme) haline gelir. “Düşünen canlı” olarak tarif edilen insan bu halin neticesidir. Çünkü düşünebilmek sahip olduğumuz bilgiyle mümkündür. Bilgiden mahrum olan ahlaken yoksunluk yaşar.
Yaratan ile kurduğumuz ünsiyet bizi âlemle de barıştıracaktır. İrfan ve marifet hem bilgiye, hem de davranışa sirayet edecek insanı yüceltecektir. Yeryüzünde yaşayan insanın en büyük yanılgısı bilginin unutulması, bununla beraber ahlakın da yok olmasıdır.
Dünya üzerindeki kavganın, çatışmanın yegane sebebi bilgelikten uzaklaşılmasıdır. Bilginin unutulması, insanı yeryüzüne ve öteki canlılara karşı yabani kılar. İbnü’l-Arabi’nin gençlik yıllarına dair bir hikayesinde şöyle bahsedilir: “Gençlik yıllarımda dolaşmak için ormana gitmiştik. Etrafımızdaki vahşi hayvanların bizi görünce kaçıştıklarına şahit olduk. Fakat bunu yadırgamadık, “vahşi hayvandı, bizden kaçması normaldi” dedik. Daha sonra kendimi murakabe ettiğimde, esas vahşetin benim içimde olduğunu gördüm. Aradan bir zaman geçince içimdeki yabaniliği tedavi ettim, sonra ormana gittiğimde hayvanların etrafımızda gezinebildiklerini gördüm. Kısaca, vahşi ormanda insanın yabaniliği sorunu çözülünce barış sağlanmıştı.”
Burada İbnü’l Arabi, vahşet-ünsiyet üzerinden insan-âlem ilişkisini tesis etmek istemiştir. İnsan çevreyi ve doğayı yaban olarak tanımlarken aslında bizatihi yaban kendisidir. Yeryüzünde ifrat ve tefritin kaynağı, bozgunun, yıkımın, vahşetin, ihanetin ve fitnenin sahibidir.
Kainat, Yaratanın koyduğu düzende kendi seyr-ü seferini tamamlamaktadır. İnsan ne zaman kendi içine, Rabbine döner, yabanlıktan ünsiyete geçiş yapar, işte o zaman yeryüzünde nizam bozulmaz, barış tesis edilir. Yeryüzü sulh diyarı olur. Âlem insandır, insan âlem…
İbnü’l-Arabi “insan” kelimesinin, “insanül-ayn” kelimesinden türetildiğini söyler. Kelimenin anlamı “göz bebeği”dir. Âlem, bir beden, insan ise bu bedenin yüzü, sonra da gözü ve göz bebeğidir. Âlem, insanla görür ve kimlik kazanır.
Eşref-i mahlukat, yaratılmışların en şereflisi olan insan, varlığın merkezine konulmuştur. Yeryüzü insanın evidir. Bu evi korumakla sorumlu olan yegane varlık insandır. Yeryüzü insana emanet edilmiştir. Emanetin ağırlığı, güzelliği, hikmeti ve sorumluluğunu idrak eden kâmil insan hakiki insan olma yolunda rehber ve öğretmen olacaktır.
Yaratıcıyla barış yeryüzüyle barışı, toplumla barışı ve nihayetinde insanın kendisiyle barışını tesis edecektir.
“Ədəbiyyat və incəsənət”
(22.11.2024)