“Ədəbiyyat və incəsənət” portalının “Ulduz” jurnalı ilə birgə təqdim etdiyi layihədə Türkiyənin “Genç Yürekler” jurnalının seçimində 51 türk müəllifinin yazıları yer alır. Türkiyə türkcəsində yayılan əsərlərin əsas qayəsi budur: “Dildə, fikirdə, işdə birlik!”.
“Çivi Mustafa”
Mehmet Kütükçüoğlu
Kasabanın merkezindeki kahvehanenin önünde, ince, narin dallarıyla kala-kala bir söğüt kalmıştı. Yine de tek başına rüzgâr estirmeye gücü yeterdi. Beş altı sandalye yan-yana atılır, insanların önündeki masada çaylar, kasabaya has gazoz ve cimitsiz[1] simitler en derin mevzulara eşlik ederdi. Memleket meseleleri tam da bu masada konuşulurdu helalinden.
Bankacı Mustafa kasabaya ilk geldiğinde bu sahneye eklenen tek şey hazan mevsimiydi. “Bu adamın kasabaya hayrının dokunmayacağını anlamak için yalnızca geldiği mevsime bakmak yeter,” dedi Adem. Kahvehane çırağına “Oğlum, bana bir çay!” diye ekledi ardından. “Baksana geçmişine, gittiği yerde ne bereket kalmış, ne huzur. Afetler gırla, kıyamet yahu!”
Bankacıyı görür-görmez önce üzerindeki elbiselere dikkat kesilirdiniz; ütülü pantolon, yakası ve manşetleri kolalı gömlek, kolunda gayet pahalı bir saat. İtinayla ütülenmiş elbiselerinde mutlu bir yuvanın izinden ziyade, zenginlik hissiyatı daha baskın gelirdi ki, öyleydi de zaten. Elbiselerin maddi ağırlığı bankacının karakterine çoktan sinmişti. O da misyonu gereği etrafına olabildiğince gururlu bir tavır takınırdı. Üstüne-başına yatırımı insanları etkilemek için yaptığı ortadaydı. Onunla ilk tanıştığı andan itibaren ona dair güvenine leke düşürmeyen kasabanın genç öğretmeni de hakkında her söyleneni izaha çalışırdı. “Bu tavır, elbiseler-hepsi kasaba için, kardeşlerim. Banka şubesini bu kasabaya bir açtırabilirse, faydasını o zaman göreceksiniz,” derdi. Adem ise bankacıyı her gördüğünde koca dedesinin vücudunun elbisesine yaptığı izleri düşünürdü. Kol dirsekleri ve bacak dizlerindeki solukluk ve diz kapaklarındaki kabartıyı özellikle. Öğretmene cevaben kafasını çevirmeden “Keşke, bu yaşına kadar üstüne-başına yatırım yapacağına, bir az da insana yatırım yapsaymış” dedi. Buz gibi bir hava esti. Bankacıdan önce kulaktan-kulağa fısıldanan dedi-kodular kasabaya varmıştı, demek ki.
Bankacı bu kasabada tutunabilmek için gece kimlerle iyi geçinmesi gerektiğinin hesabını yapar, gündüz de buna uygun davranırdı. Bir kaç hafta sonra takıldı kasabanın gençlerinin peşine, “Haydi, buranın en güzel kanyonu neredeyse, götürün beni!” diyerek. Gençlerin “Hazırlığımızı yapalım, Bulak Deresi’ne ineriz!” demesiyle planın uygulamaya konması bir oldu. Bankacı Mustafa yol üzerindeki bakkaldan çocukluk arkadaşı İsmaille kendisine yetecek kadar ekmek, domates ve peynir alıp yola koyuldu. İsmail’in “bir az daha fazla mı alsaydık” bakışlarını sezen Mustafa, “Bir-iki gün ahbaplık edeceğiz diye milleti doyuracak değilim!” diye mırıldandı. Kanyonda uzun yıllardır has dostlar bir araya gelir, beraber sofra kurarlardı. Başta yaşlılar olmak üzere, çocukluklarına deniz görevi gören bu dereye bakan her kes hatıralarını tazeliyordu. Kanyona ilk defa gelen bankacı ise alabildiğine özgürce akan suya baktıkça para sayma makinesinden saçılan banknotları görür gibi oluyordu. “Buraya şöyle kafe yapılır, böyle mesire alanına çevrilir” diye İsmail’e anlatıyordu. Kalabalığın coşkusundan kopup bankacının anlamsız sığ ifadesini gören Adem ise “Bankacının vakur edası vahşi doğaya kadarmış; bak nasıl da ezilip-bükülüyor” diye çevresine ikazda bulunmaktan geri durmadı.
Şair Ömer dere içinde derviş gibi bir yaşam kurmuş kendisine. Dört ağaç kütüğün üzerine inşa ettiği kulübesi tıpkı bir seranderi andırıyordu. Ömer’in daha önceleri anlattığı bu kulübenin hikayesini Adem anlatmaya koyuldu bu kez: “Bu bizim Ömer şairdir. Bazı insanlardan pek haz etmeyen bir şairdir. Yani insanımsılardan. Bir gün bir edebiyat toplantısında şiirini aşağılayan ve “kulübe şairi” diye hakaret eden birisine, “benim şiirim de, kulübem de zararlı canlılara hitap etmez; herkes çıkamaz oraya” demiş”.
Kulübeye yürüyen her kesi bir kahkaha tuttu. “Âlem adam bu Şair Ömer,” dedi Adem. Mustafa şaşkın ve anlamamış yüz ifadesi ile “Yani şiiri anladım da, kulübe ne alaka?” diye sorunca Adem başladı anlatmaya: “Bizim Karadeniz’de mısır, fındık seranderde saklanır; fare, haşere musallat olmasın diye. Şair Ömer de fare insanlardan kaçmış yahu, neyi anlamadın?” Mustafa, “Onu anladım, canım…” diye homurdandı ve boğazını temizleme tikini tekrarladı. Adem bu durumdan rahatsızlığını dile getirmese de, her seferinde “Ne kadar haram yediyse boğazında kalmış adamın” diye iç geçirmekten alamıyordu kendisini.
Şair Ömer, kalabalığı büyük bir misafirperverlikle karşıladı. Hüseyin kanyonda topladığı cevizleri ceplerinden masaya boşalttı. Selim ince bez torbasındaki cimitsiz simitleri masanın kenarına bıraktı mahcup şekilde. Mustafa ise kaş-göz işareti yaptığı arkadaşı İsmail’den peynir, domates poşetini masanın kenarındaki çiviye takmasını istedi. Şair Ömer, sadece kulübesini değil, gönlünü de açmıştı; tavan kirişinden aldığı poşetinden bir kavanoz indirdi masaya. “Dostlar, bu da benim polenli balımdır. Şifadır. Yılda tek kavanoz ancak birikir. Buyurun, afiyet olsun” dedi, serde şairlik olduğundan dostça okuyarak bir-iki dize:
“Dostlar ırmak gibidir,
Kiminin suyu az, kiminin çok.
Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca,
Kiminde ruhunuz yıkanır boydan-boya”.[2]
Mustafa kavanozu neredeyse kimseye bırakmamıştı. İsmail komaya girecek zannetti. Mustafa sofra kaldırılırken kaş-göz işareti yaparak kendi getirdiği; ama yiyemediği yiyecekleri geri götürmeye meyledince İsmail gözlerini iri bir hale getirerek tepkisini gösterdi. Mustafa ve İsmail toplanmaya fırsat bulamadan kanyonda büyük bir gürültüyle yankılanan “Kimse kıpırdamasın!” ikazıyla her kes taş kesilmişti. Jandarma Mustafa’yı hangi aralık kulübeden indirmiş, suratını hangi ara aracın camına dayamış ve Adem hangi ara bildiklerini anlatmaya başlamıştı, kimse bunların farkında değildi.
“Geçen yıl büyük İstanbul depreminde bu Mustafa banka müdürüyken genel müdürlük bankamatik güvenliğini kendisine vermiş. O da bir az çantasına, bir az banka hesabına kardeş payı yapmış paraları. Lüks sitelerde oturmalar, modelli arabalar derken, dava uzun süredir devam ediyormuş. Mustafa da emekli olmuş. Doğduğu kasabaya da dönüşünü banka şubesi açmak için diye açıklamış. Dikkat çekmeyecek ya! Anlayacağınız davası sonuçlanmış, zannımca”.
Adem Mustafa’nın giderken pantolonunu taktığı masanın kenarındaki çiviye bakarak; “İşte böyle, kimi adam büyük dedem gibi pantolonuna şekil verir, kimisi de Mustafa gibi masa kenarındaki ufak bir çiviye façasını bırakır. Yazık!” dedi.
“Ədəbiyyat və incəsənət”
(11.11.2024)