“Ədəbiyyat və incəsənət” portalının “Ulduz” jurnalı ilə birgə təqdim etdiyi layihədə Türkiyənin “Genç Yürekler” jurnalının seçimində 51 türk müəllifinin yazıları yer alır. Türkiyə türkcəsində yayılan əsərlərin əsas qayəsi budur: “Dildə, fikirdə, işdə birlik!”.
“Kara Mehmet Çavuş”
Belinay Demir
Kuvâ-yi Milliye’den Türk Millî Mücadelesinin İsimsiz Kahramanlarına…
Mehmet, buz gibi suda abdest alıp, sabah namazını kılmak üzere yatağından doğruldu. Bütün gece uyumamış olacaktı ki, gözleri kan çanağına dönmüştü. Kıbleye durdu ve uzun-uzun sabah namazının sünnetini eda etti. “Durdum divana, uydum “Kur’an”a, Allah-u Ekber!” diyerek farza niyetlendi. Namazın ardından yakın arkadaşı Hasan küflü demir ranzadan seslendi: “Gece uyumadın deemi! Gerçi benim uyuduğumu kim söyledi? Yağlı urgana gidiyoruz essahtan… Allah büyük. Birazdan zalım gardiyanlar da gelir… N’olurdu, son bir kez yavruma sarılabilseydim. Sen son kez kimi görmek isterdin, Mehmet Çavuş?”
Mehmet, Cihan Harbi’nin hengamesinde cepheden-cepheye koştuğuna mı yansındı, alay sancağıyla Yemen’den yırtık çarıklarla bu kadar yol tepip vatana döndüğü halde asılacak olmasına mı yansındı? Gözleri loş ışıkta köşedeki aynaya çarptı. Mahpus damında bir kırık aynanın köşesine astığı yavuklusu Fadime’nin fotoğrafına uzun-uzun baktı. “Bu hasretlik mahşere kaldı” diye iç geçirdi. Konuşmaya ne mecali, ne de takati vardı. Sanki bir kelime etse kahırdan oracıkta ruhunu teslim edecekti. O sırada koridordan gardiyanların sesi geldi:
“Herkes kalksın, af çıktı, af! Ama her birinize 101 tane değnek vurulacak. Kolay değil öyle cepheden kaçmak!”
Mehmet ile Hasan, duydukları karşısında şoke olmuş halde bir an göz-göze geldiler. Sevinç gözyaşları döken iki asker bir-birlerine sarılabildi ancak. Mehmet Çavuş, “Daha yaşanılacak ömrümüz varmış be, Hasan Efendi” dedi. Avluya dizilen askerler, af çıkmasına mı sevinsin, değnek cezasına mı üzülsün derken bir-bir sıraya girdiler. Fakat, daha onuncu sopadan sonra bayılanlar, bağırışlar, haykırışlar kışlanın dışına yayılmış, feryat eden askerlerin sesi uzaktaki söğüt ağaçlarının hışırtısına karışmıştı. Dört koca yıl Yemen’den Suriye’ye, oradan Erzurum’a cephede açlıkla, düşmanla, hastalıklarla ve türlü uğursuzluklarla mücadele edip sağ çıkan Mehmet, bir an kendine geldi ve üzerindeki ölü toprağını attı, “Cehennemden kurtuldun Kara Mehmet Efe, sopa sana neylesin…” diyerek kendini teselli etti.
Bu esnada, ceza sırasında kışlanın köşesindeki incir ağacına takılan Hasan’ın gözleri, aniden yanındaki askere kilitlendi, eliyle arkadaşına işaret etti. Başında beyaz sarığıyla durmadan bir şeyler mırıldanan asker, bir yerden tanıdık geldi. Halep’te ordugâhtan hatırlamıştı bu adamı. İmam olduğunu hatırladığı bu zatın yüzündeki huşu, ikisini de derinden sarsmıştı. Hasan dayanamadı, atıldı, “Ne mırıldanırsın be Molla, birazdan ruhumuzu teslim edeceğiz burada!” Sarıklı adam, “sakin ol” der gibi kıstı gözlerini. Sıra Hasan’a geldi. İnzibatlar, kan deryasına dönmüş kapkara sopayı vurdukça Hasan’ın bağrışmaları, avluda yankılanıyor, İmam efendinin ettiği dualara karışıyordu. Bir aralık Hasan’ın bağrışları kesildi, askerler vurmaya devam ediyordu. Sopanın acısına dayanamayan Hasan, oracıkta ruhunu teslim edivermişti. Mehmet Çavuş, Hasan’ın cansız bedenine bakıyor, biraz önce sevinçle kucakladığı dostundan bir ses bekliyordu. İnzibatlar, “geç bakalım sıraya” diyerek çekiştirdi Mehmet’i. Sopa atan askerin donuk yüzünü seçti bir aralık. Bu arada sarıklı adam mırıldanmayı kesti, sesli bir şekilde okumaya başladı:
“Elem neşrah leke sadrek, Ve vada'na 'anke vizrek… (Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?)
O anda, avluda toplanan mahkum askerler ve inzibatlar sesin geldiği yöne doğru baktı. Ardından, askeri kışlanın kapısında bir uğultu duyuldu. Rahvan atların sesiydi bu gelen. Çok uzaktan askerin biri bağırdı:
“Paşa geldi, Paşa geldi...”
İşgal altındaki vatanı kurtarmak için direniş başlatan Kuvâ-yi Milliyeciler ve Ali İhsan Paşa’nın kolundaki süvari birliği kışlanın dışında soluklandı. Ali İhsan Paşa, mahpuslukların arasından geçerek kumandanın yanına çıktı. O gittikten sonra zabitler sopa cezalarına bir anlık ara vermiş oldu. Ardından Paşa ve yanındaki zabitler aşağı indi. Bir zabit, kalabalığa seslendi:
“Beni mahpusluklar da dahil tüm askerler dinlesin. Vatan elden gidiyor, Yunan İzmir’e dayandı. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun her yanında direnişi başlattı. Aranızdan Kuvâ-yi Milliye’ye katılmak isteyenler, bana hüviyetlerini yazdırsınlar.”
Bütün bir kalabalıktan “Çok yaşa Kuvva-yı Milliye!” sesleri gelirken, az önce sopalık olan mahpusların tamamı bu sefer direniş için sıraya girdi. Mehmet Çavuş, sopa yemediğine mi sevinsin, gencecik Hasan’ın öldüğüne mi üzülsün, bilemedi. Bir yandan da, Kuvvacılara katıldığı için gururluydu. Zabitin birine künyesini yazdıran Mehmet Çavuş’un aklına heybesindeki alay sancağı geldi. Hüviyetiyle beraber Yemen’den getirdiği alay sancağını zabite teslim etti. Sancağı gören zabitin gözleri fal taşı gibi açıldı. Zabit, “Senin adın ne, asker?” dedi. “Aksulu Mehmet Çavuş derler kumandanım”. Zabit, kaşlarını çatarak, “Bre adam, bunun sende ne işi var? Çaldın mı yoksa?” diyerek sesini yükseltti. Mehmet Çavuş, sükûnetini koruyarak durumu anlattı:
“Dur, kumandan, hemen celallenme. Benim babam, 93 Harbi’nde savaşmış gazi olmuş, bize vatanı, harbi o belletti. Silah tutmasını bize o öğretti. Bir ağabeyim Balkan Harbi’nde kaldı, birisi Sarıkamış’ta, bir küçüğüm de Çanakkale’de… Hepsi de şehittir. Biz yetiştik, Cihan Harbi çıktı dediler. Orduya aldılar. İki yıl Doğu Cephesinde, iki yıl da Hicaz’da, Yemen’de askerdim. “Nişanda sağlamsın, seni alayın avcı çavuşu yapalım” dediler. Zabitlerim, komutanlarım bana çok güvenirdi. Amma isyancı Araplar çok azıttı kumandan… O harbi bir görseydin. Cehennemdi, cehennem… Hep o keferenin yardımıyla, dindaşları olan bize silah doğrulttular. Cemal Paşa, Fahreddin Paşa, sağ olsunlar, çok direndiler, ama nafile... Biz de çok direndik kumandan, anladın mı? Bu alay sancağı devletimizin yadigârıdır. Ben onu orada bırakır mıyım? Aldım yanıma. Bozguna uğrayan alaydan sağ kurtulan üç-beş askerle iz yok, pusula yok, yalınayak yürüdük, yollarda onlar da tifodan bir-bir can verdiler. Bir ben kaldım işte… Buralara kadar gelebildim güç-bela. Sonrası işte buraya düştüm. Ben harp kaçkını değilim, kumandanım! Anladın mı? Bu elindeki sancak da şahidimdir”.
Zabit, Mehmet Çavuş’u büyük bir şaşkınlıkla dinleyip, sancağı elinden bir çırpıda aldı ve koşarak oradan uzaklaştı. Bir saat sonra kara kalpaklı bir zabit, “Mehmet Çavuş sen misin?” diyerek yanına geldi. Mehmet Çavuş, esas duruşa geçerek “benim, kumandanım” dedi. “Beni takip et” der gibi yapan kara kalpaklı zabit, üstü-başı perişan olan bu adamı Paşa’nın huzuruna çıkardı. Zabit durumu anlattıkça Paşa’nın gözlerinden yaşlar süzüldü. “Demek, bu sancağı buraya kadar taşıdın ha, evlat” diyebildi. Gözleri yaşla dolan Paşa, bir yandan tütün tabakasından çıkardığı cigarasını tellendiriyordu. Bir aralık Mehmet Çavuş’a döndü ve “Senin gibiler var oldukça bu millet, toprağını namerde teslim etmez. Bundan sonra, benim emir çavuşum olacaksın, asker” dedi.
Mehmet Çavuş, “Emredersiniz, Paşam” diyebildi. İlk defa bir Paşa’nın karşısına çıkmıştı. Odadan ayrılırken, Paşa’nın yanındakilere, “Bunu Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf geçelim” dedi. Mehmet Çavuş, Mustafa Kemal’in adını ilk o zaman duymuştu. Kuvâ-yi Milliye birliklerine katılmasının ardından bu adı sık-sık duyuyor ve zabitlerin ona büyük bir sevgi ve saygı beslediğini görüyordu. Mehmet Çavuş, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar Ali İhsan Paşa’nın hizmetinde bulundu. Yeni orduya katılan tecrübesiz askerlere atış talimi yaptırdı. Fiilen, Yunan işgalcilerle çatışmalara katıldı. İzmir’den Kütahya’ya, Eskişehir’den Ankara’ya Türk Kurtuluş Savaşı’na şahitlik etti. Göğsündeki yarayı Kütahya-Eskişehir’de, ayağındaki kurşunları İnönü’de ve Sakarya Meydan Muharebesi’nde almıştı. Zafer kazanılmış ve ordu terhis olmuştu.
Kara Mehmet Çavuş, harbin bitmesinin ardından artık köyüne dönebilirdi. Dile kolay dokuz koca yıl… Belki, köyü bile kalmamıştı ortada. Köyün bütün erkekleri harbe gitmiş, kimi dönmüş, kimisi kalmıştı… Geçen yıllar, “Hey 15’li” türküsüyle cepheye giden Mehmet’i yaşlandırmış, saçı-sakalı bir-birine girmişti. Mehmet Çavuş, 21 günlük yolun ardından bir gece vakti köyüne döndü. “Vatanı kurtardık, harp bitti çok şükür. Anam, gardaşlarım ne haldedir acaba, kim bilir?!” gibi bir ton düşünce ile evine vardı, kapıyı tıklattı. Kapının ardından cılız bir kadın sesi, korkuyla karışık “Kimdir o? Eşkiyaysan git, vere-vere bir kuru buğdayım kalmadı size” diye bağırdı çaresizce. Anasının sesini tanıyan Mehmet, “Ana, benim, ben!” diyebildi. Anası, emin olamadı, kuşkulu bir şekilde, ‘Benim oğlum askerdedir. O daha gelmedi.” dedi. Mehmet Çavuş: “Anaaa, kapının oyuğundan parmağımı göstereyim de inan, oğlun Mehmet’in geldi” dedi. Parmağını oyuktan anasına gösterdi. Anası, kapıyı araladı ve “Konur benli oğlum” diyebildi ve oracıkta yığıldı. Ana-oğul, o gece sabaha kadar söyleştiler. Geçen yıllar ikisinden de birçok şey götürmüştü. Mehmet Çavuş’un vatanı hürriyete kavuşmuş, köyüne dönmüş ve büyük hasreti dinmişti. Mehmet, hanayın üstündeki camdan karşı eve baktı, “Fadime’m nasıl, ana, hâlâ bekler mi beni?” dedi. Anası, birden beyninden vurulmuşa döndü, uzun-uzun iç çekti ve dudaklarından şu mısralar döküldü:
“Kışlanın ardında bir kırık testi,
Askerin üstüne sam yeli esti.
Gelinlik tazeler umudu kesti,
Ah, o Yemen’dir, gülü çemendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?”
“Ədəbiyyat və incəsənət”
(01.11.2024)