“Ədəbiyyat və incəsənət” portalının “Ulduz” jurnalı ilə birgə BİRİ İKİSİNDƏ layihəsində Türkiyənin “Genç Yürekler” jurnalının təqdim etdiyi 51 türk müəllif inin yazıları yer alır. Türkiyə türkcəsində yayılan əsərlərin əsas qayəsi budur: “Dildə, fikirdə, işdə birlik!”.
“Doğu’dan bir kış öyküsü”
Esma Erdoğan Ayçiçek
Her akşam, tam işten çıkış saatinde onu bu pencerenin önünde bekliyorum-mutfak penceresinin. Az önce yaptığım yemek, güzel-güzel, iştah açıcı kokmaya ve mutfak penceresinden dışarı yayılmaya başlıyor. Kendime-yemeğini yapmış, mutfak önlüğüyle pencerenin önünde kocasının işten dönüşünü bekleyen yeni evli bana, o anda hayretler içinde bakıyorum.
Daha birkaç ay öncesine kadar aklıma bile gelmeyen, adını bazen akşam haberlerinden sonra hava durumu verilirken, bazen de “Kar köy yollarını kapattı” haberlerinin içinde duyduğum uzak, soğuk, küçük ve yoksul bu Doğu Anadolu şehrinde, büyüdüğüm şehre ve alıştığım hayata hiç benzemeyen bir hayatın içinde yaşıyor olmam tuhafıma gidiyor. Hem tuhafıma gidiyor, hem de seviyorum bu durumu. Yeni evliliğin taze heyecanı ve farklı bir yer, farklı bir kültürde, benimkiyle çok farklı bir hayatı deneyimliyor olmak hoşuma gidiyor. Yemeği yaptıktan sonra, o anda yıkanması biten çamaşırı, üzerimde mutfak önlüğüyle makineden çıkarıp asmaya götürürken, yeni ben’e bir kez daha uzaktan bakıyor, bir kez daha şaşırıyorum. Her sabah kahvemi alıp bilgisayarımın başına geçen, hafif bir müzik açıp önümdeki dosyaları inceleyen, ceket giyen, her şartta uzun topukluları ayağından çıkarmayan, toplantılara katılan, konserlere, operaya giden, büyük şehirlerden başka hiçbir yerde nefes bile alamayacağını düşünen, idealleri uğruna pek çok şeyi feda etmiş ben, şu andaki şu halime feci halde şaşırıyorum. Filmlerde gördüğüm, mutfak önlüğü ile çamaşır asan kadınlardan biriyim artık.
Pencerenin önünde bunları düşünüp sevdiğimin yolunu gözlerken, uzaklardaki dorukları karlı dağları seyrediyorum. Büyüleyici bir tablo gibi görünüyor dağlar. Buralarda tüm habitat, bilhassa da dağlar bir başka güzel. Bizim oraların dağlarından çok daha güzel. Çok daha değişik ve etkileyici şekillere sahip. “Sırf şu dağları görmek için bile buralara gelmeli” diyorum. Evimin karşısında yükselen dağlar ise bu bozkır şehrinin belki de en güzel dağları. Her sabah sis kalktıktan sonra seyretmelere doyamadığım karlı dağlar... Bu fevkalade güzel dağların önünde, alçaklı-yüksekli, rengarenk, uyumsuz apartmanları, boyası solmuş okul ve hastane binası, her telden çalan çeşitli dükkanlar görünüyor. Bütün bu çirkin yapılar gözüme-gözüme batıyor. Büyüleyici güzellikte bir tablonun üzerine rastgele ve berbat renklerde fırça darbeleri vurulmuş gibi duruyor. “İnsanoğlu,” diyorum, “nasıl çirkinleştirebiliyor bunca güzelliği”...
Nihayet sevdiğimin arabası görünüyor uzaktan. Tüm gün beklediğim an geliyor. Kalbimde alışık olmadığım heyecanlar, yüzümde mahcup bir gülümseme... Son köşeyi dönüp de bu Doğu şehrinin uç bölgesinde, yeni usullere göre yapılmış, şehrin diğer evlerinden çok farklı olan apartmanımıza yaklaşıyor. Benim ona baktığımı görmüş olması her günkü gibi utandırıyor ve heyecanlandırıyor ikimizi de. Kapıyı açtığımda ben, sanki pencereden ona bakmamışım gibi, o da sanki beni pencerede görmemiş gibi davranıp mahcup bir tavır alıyoruz. Gözlerimizi rast getirmemek için uğraşıyoruz. Elindeki market poşetlerini alıyorum. Mutfağa taşıyorum. Evin hanımıyım artık. Bir kez daha tuhaf-tuhaf bakıyorum yeni ben’e. Aldıklarını dolaba yerleştiriyorum. O, bekar hayatından kalma alışkanlıkla bana yardım ediyor. Yemeği yedikten sonra birlikte film izliyoruz. Pişirdiğimiz kestaneleri yiyoruz ellerimiz yana-yana. Sonra o, yine kanepede uyuyakalıyor. Ben kalkıp mutfağı topluyorum.
Pencerede bir gürültü kopuyor. Bu sesleri ilk duyduğumda çok korkmuştum. Birilerinin camdan düştüğünü zannetmiştim de camı açıp epey bir zaman aşağılara bakınmıştım. Benden başka camı açıp bakan olmamıştı, onlar alışkınmış meğer. Ben de artık alıştım. Çatıda biriken kar kütleleri yere düşüyor. Ve düşerken korkunç bir ses çıkarıyor. İnsan böyle bir şeye de alışabiliyormuş meğer. Camı açıp seyrediyorum bu Doğu şehrinin gecesini. Sokak lambaları altında sarı-sarı ışıldayan karları... Dışarıda kesif bir lastik kokusu genzimi yakıyor. Eksi 25-30 dereceyi iliklerime kadar hissettikten sonra içeri giriyorum. Ve tatlı bir kar sessizliğiyle uykuya dalıyorum.
Her sabah uyanır-uyanmaz çocuklar gibi pencereye koşuyorum. Kar hâlâ yağıyor mu, diye heyecan içinde oluyorum. Henüz şehir halkı gibi usanmamışım kardan. Her sabahki gibi yine yağıyor oluyor kar. Ve Doğu Anadolu’da kar, her sabah, her öğlen ve her akşam hiç durmamacasına yağıyor. Güneş çıkıp da biraz erise, hemen yeniden başlıyor kar ve dolduruyor üzerini. Bembeyaz karların ipeksi bir sessizlikte usul-usul yere düşüşünü izlemek içime çocuksu bir mutluluk dolduruyor. “Her yerde kar var, kalbim senin bu gece” diye başlıyorum usul-usul söylemeye. Fransızcası karın zarifçe yağışına uygun, daha şiirsi olduğu için “Tombe la neige” (kar yağıyor) diye başlıyorum bu kez. Adamo’nun hazin sesine benzetmeye çalışıyorum sesimi. Her gün karı seyrederken bu şarkıları söylemezsem kara haksızlık yapacakmışım gibi ya da bir şeyler eksik kalacakmış gibi hissediyorum. Tatlı bir sarhoşlukla seyrederken karın yağışını, içimden kendimi o beyaz büyünün içine atmak geliyor. Ekseriya bu hisse yenilip çıkıyorum dışarı, saatin ne kadar erken olduğuna aldırış etmeden.
Şehrin en büyük caddesinin başlangıcında oturuyoruz. Caddenin başından bir minibüse biniyorum, şehrin merkezinden Murat Nehri’ne doğru geçeceğim. Minibüste genç erkekler bana yer veriyor, ilk binişimde şaşırmıştım, artık alışmışım. Geri kalmış bir Doğu şehri diye hakir görülen bu şehirde hâlâ genç bile olsa kadınlara yer veriliyor. Benim geldiğim o çok büyük, ileri, modern şehirde artık yaşlılara bile yer verilmiyor. Pek çok gelenek ve toplumumuzun aile yapısı da korunuyor burada. Komşuya, misafire, velhasılı insana değer veriliyor. Çağdaşlık ve eğitim seviyesi arttıkça, kimliğimizi, saygımızı ve hatta merhametimizi yitiriyor muyuz? Düşünceler zihnimi istila etmişken bir yandan gözlerim küçük ve buharlı minibüs camından dışarıda akıp giden kar manzaralarına dalıyor. Kar altındaki göz alabildiğine uzanan bembeyaz düzlükler büyülüyor bu kez. Şehir çok küçük olduğu için yolculuk da kısa sürüyor, iniyorum minibüsten.
Murat Nehri boyunca yürüyorum. Yazın gürül-gürül akan nehir donmuş. İnanamıyorum. Bir türkü geliyor bu kez hatırıma, mırıldanmaya başlıyorum, Selda Bağcan’dan sık-sık dinlediğim: “Erzincan altı Fırat, Fırat’ın başı Murat...” Keyifle, nehre bakarak söylüyorum. Seviyorum “an”ı sanatla yaşamayı... Üzerindeki köprüden nehri seyredip yürümeye devam ediyorum. Botlarım, karın üzerinde yürüdükçe garç-gurç sesleri çıkarıyor. Tabanı traktör tekerine benzeyen botlar aldım buraya gelince. Büyük şehirde giydiğim topuklu çizmeleri burada giydiğimi hayal edince gülümsüyorum. Sağda-solda dalları buz tutmuş ağaçlar saygı duruşuna geçmişler; “büyük ve ılıman bir şehirden gelip aşk uğruna burada yaşamayı göze alan koca yürekli kadın” diyorlar adeta. Gülüyorum kendi düşünceme. Sonra diyorum iyi ki... İyi ki, ömrümün kısa bir zamanını da olsa burada geçirmek zorunda bıraktın, Allah’ım, iyi ki... Bana kalsa yapamazdım. Aklımdan bile geçirmezdim. Bir şeyler eksik kalırmış, eksik kalırmışım.
Doğu Anadolu’ya kış çok yakışıyor. Kar yağınca çocukluğumuzdaki o simli kartpostallar gibi oluveriyor her yer. Karlı dağlar, bembeyaz düzlükler, o düzlüklerde sabah sisinin içinde belli-belirsiz duran donmuş ağaçlar, yiyecek arayan serçeler... Burada her şey üşüyor: dallar üşüyor, nehirler üşüyor, kuşlar üşüyor. Bazı evlerin bacalarından kömür dumanı, bazılarından yoksulluk tütüyor. Evler hep aynı; gri beton, boyasız. Bahçelerde üzeri mavi naylonlarla örtülü dev saman yığınları var. Yazın buraya ilk geldiğimde evimizin önünden sığır sürüleri geçiyordu. Sabah otlamaya gidiyor, akşam da aynı saatte geri dönüyorlardı. Boyunlarındaki çan seslerini duymaya başladığımda anlıyordum yaklaştıklarını. Bu sesler ve onların oradan geçişleri uzunca bir zaman mutluluğum oldu. Yeni, modern yapılmış apartmanımızın balkonunda ecnebi müzikleri dinleyerek filtre kahvemi içerken sığır sürülerinin geçmesini, Doğu ile Batı’yı sentezleme hevesiyle, Batı enstrümanları ve Batı üslubuyla söylenen Türkülerimize benzetiyordum. Bir yandan çağın akışına direnememe “gerçekliği”, bir yandan feci halde eğreti duran, “biz”e uymayan, içe sinmeyen bir olmamışlık, yakışmamışlık...
“Yazın kapımdan geçerek otlamaya giden, bana nostalji yaşatan sığırlar şimdi bu samanları yiyorlar” diye düşünüyorum. Derken okula giden mavi önlüklü çocukları görüyorum. Yanakları al-al çoğunun. Bahçedeki kaz sürüsünü kovalıyor birkaçı. Bazıları karla oynama derdinde. Okul umurlarında değil. Gülümsüyorum, elimi sallıyorum bazılarına. Utanıyorlar, sonra dayanamayıp saf çocuk gülüşleriyle onlar da bana el sallıyor. Parmak uçlarımın, ayaklarımın üşümeye başladığını iyiden-iyiye hissediyorum. Geldiğim yollardan dönüyorum eve. Minibüsten indikten sonra yeniden yürümeye başlıyorum, evlerin çatılarından sarkan dev buz sarkıtlardan kendimi korumaya çalışarak. Maazallah, bir tanesi başıma düşse yaşama şansım yok. Çok uzun olanlara dokunuyorum, benim boyuma kadar sarkmışlar. Büyüleniyorum yeniden. Buz nasıl güzel ışıldıyor. At arabaları geçiyor yanımdan. Burada sık-sık görüyorum onları. Kışın kömür taşıyorlar ekseriya. “Şehirde görmek artık mümkün değil” diye içimden geçiriyorum. Otomobil tekerleri takmışlar at arabasına, bir kez daha şaşırıyorum.
Bizim sokağın ekmek fırınını görüyorum. Dışarısı buz gibiyken fırındaki ekmeklerin sıcaklığını düşününce içim ısınıyor. İçeri girip bir tane alıyorum. Garipsiyor fırıncı bir tanecik ekmek alışımı. Zira burada insanlar büyük evlerde kalabalık bir şekilde yaşıyor. Sonra hatırlıyor beni ihtimal. “Her gün bir tanecik ekmek alan kız, memurdur herhalde”. Kuru dalların üzerinde birikmiş karların kartpostalları andıran görüntüsünü hayranlıkla izliyorum yeniden. Ve kar hiç durmamacasına yağıyor. Aklıma Üstad Sezai Karakoç`un müthiş dizeleri geliyor bu kez:
“Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın.
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın.
Allah kar gibi gökten yağınca,
Karlar sıcak-sıcak saçlarına değince,
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın.
Bu kez hüzünleniyorum. Artık epey geç kalmış ve acıkmış olarak eve yürüyorum.
Kapıyı açıp evimize giriyorum, yüzüme bir sıcak çarpıyor. Şükrediyorum. Evi, bulaşığı falan toplayıp, yemek yapıp, sevdiğimi bekleyeceğim yeni bir güne daha başlıyorum. Çayı demliyorum. Peynir, zeytin, taze ekmek yetiyor. Avuçlarımın içinde sıcacık bardağımı tutarken şükrediyorum. Yeni evlilik ne güzel, çay ne güzel, kar ne güzel, soba dumanı, karlı dağlar, donmuş ırmaklar ne güzel, mavi önlüklü al yanaklı çocuk ne güzel, Doğu Anadolu ne güzel...
“Ədəbiyyat və incəsənət”
(01.10.2024)