Sumqaylt -75 çərçivəsində TVA - Türkiyə-Azərbaycan Sənətçilər Platformu, AYB Sumqayıt bölməsi ve “Ədəbiyyat və incəsənət” portalının birgə hazırladıqları "Xəzərdən Egeyə" projesinin bu dəfəki qonağı ünlü qələm adamı, araşdırmaçı, Kızılcagün TV- nin, “Son söz” Televiziyonunda “Gizlenenin peşinde" proqramının sunucusu, Zəfər internet xəbər saytının köşe yazarı ve akademisyen Taner Topçudur.
Projeni AYB Sumqayıt bölməsinin sədri Gülnarə Cəmaləddin təqdim edir.
-Nasılsınız, Taner Bey?
-Çok iyiyim, çok teşekkür ediyorum Gülnare Hanım. Sizinle böyle bir röportajı yapıyor olmaktan da gerçekten mutluluk duyuyorum.
-Azerbaycan sizin için hangi önemi taşıyor?
-Azerbaycan topluca kültürüyle, sanatıyla, tarihiyle, coğrafyasıyla Anadolu coğrafyasında yaşayan bir Türkler için elbette çok kıymetli, çok değerli.
Ancak benim özel olarak gerçekten çocuk yaşlarında başlayan hem sanatın bütün dallarıyla ilgili olarak verilen eğitime, donanıma müthiş bir hayranlığım var ve bunu çok uzun yıllardır da takip ediyorum. Zaman zaman da kendi ülkemdeki benzer faaliyetlerle de karşılaştırmıyor değilim açıkçası. Bizim müzik dediğimizi siz çok daha ileriye, çok daha karmaşık, daha kompleks yerlere çok uzun yıllar öncesinden beri taşıdığınızı görüyorum. Bu da çok heyecan verici.
-Siz uzun süre Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin başkan yardımcısı olarak çalıştınız. Edebiyat ve sanat adına hangi işleri yaptınız? Sanat adamlarına ne gibi yardımlarınız oldu?
-Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde başkan yardımcısı olarak değil ama 1989'dan itibaren Sayın Murat Karayalçın'ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında ben de yine Büyükşehir Belediyesi’nin büyük işletmelerinden olan Metropol İmar grubunda genel müdür yardımcısı olarak görev yaptım. Bu aslında sanatla çok iç içe olan bir işletme değildi, hiç kuşkusuz. Ancak bizim coğrafyamız açısından çok kıymetli, bugünlerde çok daha yaygın bir biçimde popüler olan kentsel dönüşüm meselesinde ve yeni kentlerin kurulması meselesinde çok önemli görevler üstlendi bu grup. Ben de orada uzun yıllar koordinatörlük yaptım. Türkiye'nin ilk ve bence hala onun gösterdiği performansı gösterememiş kentsel dönüşüm uygulamalarını yaptık, Ankara'daki Dikmen Vadisi projesiyle. Bu arada da yaklaşık 7-8'er bin konutluk Eryaman, Elvanköy kentsel yenileme ya da yeni kentlerin kurulmasıyla ilgili projelerde de görev yaptım. Ama görevim için de sorunuzla belki ilişki kurulabilecek sanat ve edebiyat değilse bile estetik kaygıları çok öne çıkartan kentsel tasarımlar ürettik diyebilirim. Sanatla ve sanat insanlarıyla olan ilişkilerim tamamen kişisel entelektüel yaşamımla ilişkili.
-Sumgayıtla ilgili bilgileriniz nelerdir? Bu şehirle ilgili araştırmalarınız oldu mu?
-Evet, Sumgayıt'la ilgili bilgilerim sizinle tanışma sonrasına rastlıyor açıkçası. Ama Sumgayıt'ın Azerbaycan'ın ikinci büyük yerleşmesi olduğunu biliyorum ve hayranlıkla ifade etmeliyim ki ben de kısmen bir şehirciyim. Kentlerin planlanmasıyla uğraştım uzun yıllar. Çok hoş ve çok doğru bir ölçekte konumlanmış bir kent parçası Sumgayıt.
Yanılmıyorsam işte bugünlerde herhalde 340-350 bin nüfusuyla çok insan ölçeğinde, çok yaşanası bir büyüklüğü ifade ediyor. Çok düşük yoğunluklu bir yapılaşmayla da bir şey parlıyor diye düşünüyorum, çok pırıltılı bir kent. Çok özel bir araştırmam hiç kuşkusuz olmadı ama sizinle tanıştığım andan ve günden itibaren de benim radarıma girdi hiç kuşkusuz.
-Karabağ Savaşı, Karabağ hakikatleri ile ilgili film yapmayı düşündünüz mü?
-Anlamaya, doğru kavramaya çalışıyorum. Evet, Karabağ Savaşı, Karabağ hakikatleri ile ilgili film yapmayı elbette düşündüm ve bu meseleye duyarlı bir vatandaş kimliğimle dikkatle takip ettim hiç kuşkusuz.
Ben ayrıca Başkent Ankara Strateji Enstitüsü, bu bir think tank kuruluşu, onun yöneticisi olarak da görev yapıyorum yine uzun yıllardır. Uluslararası ilişkiler dış politika konularında orada çalışıyoruz. Film yapma meselesi değilse de benzer çabaları, girişimleri izliyorum.
Benim film yapma konusundaki hassasiyetlerimi sohbetin ilerleyen bölümlerinde daha derinlemesine değerlendirmeyi düşünüyorum.
-Siz Türkiye ve Türkiye dışında tanınan bir televizyoncu, araştırmacı ve Kızılcagün TV’de Gizlenenin Peşinde programının sunucususunuz. Kızılcagün ve Kızıl elma çok benziyor değil mi?
-Evet, çok teşekkür ediyorum. Ülkemde tanıdığımı biliyorum ama yurtdışında ne kadar tanıdığımı bilmiyorum açıkçası.Benim televizyoncu, araştırmacı bir kimliğim var. Yaklaşık 7-8 yıldır önce Türkiye'm TV'de başlayan, sonra Kızılcagün TV'de devam eden, şimdi de Son Söz TV'de sürdürdüğüm, benim bir programım var, Gizlenenin Peşinde. Formatı şu, genel olarak Anadolu'nun her köşesiyle ilgili ama özel olarak başkenti Ankara ile ilgili az bilinen, bilinmeyen ya da yanlış bilinen hususlarla ilgili ortalama yarım saati bulan söyleşilerle süslediğim, değerlendirdiğim programlar yapıyorum.
Yanılmıyorsam 700'e yakın şimdiye kadar program çektim. Çektikten sonra da ya bu olmadı, içime sinmedi dediğimde bir program olmadı açıkçası. İstisnasız tamamında yeniye dair, gerçekliğe dair Başkent'in tarihi, kültürü, coğrafyası, edebiyat dünyasıyla ilgili bunlar programlar.
Evet Kızılcagün sözcüğü, televizyonumuza adını veren sözcük, sizin de dikkatinizi çekmiş bir kızıl elma benzetmesi. Hiç kuşkusuz benzeyen yanları vardır ama bir anımsatma yapmak istiyorum. Kızılcagün biz Türklerin Oğuz geleneği biliyorsunuz Türkler yeni devlet başkanlarını seçtiklerinde ya da bir başkanı görevden aldıklarında, indirdiklerinde bir Kızılcagün ilan ederler.
Aslında o bir tür baş seçme ya da kurulan devletin duyurulması törenidir. İçinde bir sürü özel ritüeller barındırır. Bizim Kızılcagünümüz de, Anadolu coğrafyasının Kızılcagünü de hiç kuşkusuz 27 Aralık 1919 tarihidir.
Bu tarih niçin önemli? Bu tarihte Gazi Mustafa Kemal Atatürk ilk kez Ankara'ya gelmektedir. Dönemin koşullarını uzun uzun daha anlatabilirim ama programlarımda bunu göreceksiniz. Ankaralılar yine bir Oğuz geleneği içinde seymenler bizim bir ahilik kültürümüz var. Başkent Ankara'da o kültürün bir parçası olarak da çok örgütlüler, Atatürk'ü onlar karşılarlar. Bunlar yaklaşık 700 atlı, 3000'e yakın seymendir. Mustafa Kemal onları karşıladığında şeyi sorar “Buraya beni karşılamaya geldiniz. Niye geldiniz? Niçin buradasınız?”dendiğinde onlar hep bir ağızdan, “Sana güç vermeye, kuvvet vermeye yanında olmaya karar verdik. Onun için buradayız”derler. Atatürk de evet bu konuda kararlı mısınız diye sordukları sorduğunda ant olsun diyerek yanıtlarlar.
O andan itibaren aslında Anadolu seymenlerle birlikte uzun sürecek Kurtuluş Savaşı yıllarını ve sonra inşa edilecek Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atmışlardır. O gün karar verilmiştir. Biz o güne Kızılcagün dedik.
Televizyonumuzun adını da Kızılcagün olarak o gün ilan ettik. Evet bir Türk arzusu ‘Kızıl Elma’ meselesi de hiç kuşkusuzbütün Türk dünyasının birlikte olması birlikte bir refah toplumunu inşa etmeleri meselesinin adı olduğunu da hiç kuşkusuz biliyor ve bu iki manayı ben de benzetiyorum.
-Bana araştırmalarınızla ilgili belgeseller yolluyorsunuz. Türk tarihinden, tarihi şahsiyetlerden, ünlü sanat insanlarından bahsediyor. Zamanım olunca bakıyor ve çok şeyleri öğreniyorum. Yormuyormu sizi ilçe- ilçe, şehir- şehir dolaşıp bunları kameranın yaddaşına kayd etmek?
-Evet size yaptığım programları göndermeye çalışıyorum.Hazır makalelerimi de gönderiyorum. Çünkü ben aynı zamanda birkaç iş birden yapmaya çalışıyorum. Bir Son Söz TV'de Gizlenenin Peşinde programlarını yapıyorum. Türkiye tarihi ile ilgili şahsiyetleri ile ilgili coğrafyası ile ilgili bilinmeyen meseleleri ile ilgili programlar bunlar. Elbette çok vaktimi alıyor hiç kuşkusuz ve de bir fikri takibi çok derin bir araştırmayı gerektiriyor her bir program.
Bu beni yormuyor. Ben de 67 yaşındayım ama bu coşkumu heyecanımı hiç kaybetmedim diye düşünüyorum. Öte yandan www.zafergazete.org diye bir internet haber sistemimiz var. Hem orada yöneticilik yapıyorum hem de doğrudan haftada iki gün yine bu Televizyon içeriğine uygun makaleler yazmaya çalışıyorum.
-İnsan ve dünya. Dünya neden herkesi kendine benzetmeye çalışıyor?
-Evet insan ve dünya… Aslında dünya kendine mi benzetmeye çalışıyor, yoksa biz mi kendimizi dünyaya anlatmaya, benzetmeye çalışıyoruz bu biraz ironik bir karşılaştırma.
Biz dünyaya doğal hali ile benziyor olsaydık doğayla uyumlu şahane bir hayatımız olabilirdi ama biz doğaya meydan okuyan kimliğimizle zaman zaman onunla çatışıyoruz. Ve her seferinde de açıkçası biz kaybediyoruz. Keşke kendimize benzetmeye çalışmasak.
-Paranın ruhlara hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sanki edebiyat, medeniyet, insanlık bile para dışında kalmış gibi gözüküyor. Sizce?
-Bu kişisel olarak benim için hiç böyle olmadı. Çok uzun bir çalışma hayatının içinden geliyorum. Akçeli işlerle ilgili paraya taalluk eden, karşılık gelen işler içinde oldum. Yüz binlerce konutun üretiminde görev yaptım. Ama para benim için hiç kıymetli olmadı. Ben bu yaşımda hala üç yüz dört yüz bin konut üretmiş biri olarak şu anda Ankara'da kirada oturuyorum. Parayla akçeli işlerle yaşamım boyunca hiçbir temasım olmadı. Uzak kalmaya gerçekten özen gösterdim. Bu da beni mutlu kılıyor açıkçası.
-Yalnız kaldığınızda kiminle sohbet ediyorsunuz?
-Burada söylemeliyim. Yaklaşık 2500-3000 kitaplık bir özelkütüphanem var. Bunlar okunmuş kitaplar. Çok ciddi bir bölümünü okudum. İki kız çocuğum var. İkisinin de eğitimi sırasında hep şuna dikkat ettim. Bu bir gelenek bizim ailemizde. Kızlarım şimdi ileri yaşlardalar. Günde yüz sayfa Türkçe ya da İngilizce kitap okumadan hiç uyumadılar. Günlük performansları buydu. Onlar da elbette evde anne babalarını takip ediyorlardı.
Ben kitaplarla ilişkilerim çok derin. Okumayı çok seviyorum açıkçası. Yalnız kalırsam eğer Herhalde okuduğum romanın kahramanlarıyla edebiyat dünyasının içinde onlarla beraber oluyorum diye düşünüyorum açıkçası.
Ayrıca bizde biliyorsunuz yalnız kaldı kendi kendine konuşanlara deli derler ama aslında o delilik hoş bir haldir espriyle söylüyorum. Yalnızlığım yok denilebilir. Ya eşlerim dostlarımla beraberim, ya televizyon programım var, ya makale yazıyorum ya da kitap okuyorum açıkçası.
-Neden Ana toprak, ana vatan denir? Ata toprak, ata vatan değil. Ama toprağı vatan yapan, uğruna can koyan erkekler oluyor. Düşündünüz mü nedenini?
-Ana toprak, ana vatan; ata toprağı, ata vatanı değil. Çünkü kadın meselesi önemli. Onun doğurganlığı üretkenliği çok kıymetli. Onun için biz Anadolu diyoruz. Bizim topraklarımızın adı o. Yani resmi adı da o. Anadolu toprakları burası. Muhtemelen bundan 5 bin yıl öncesinden ana tanrısı Kibele'den bile gelmiş olabilir. Bir tür üretkenliği, üretimi şefkati barındırıyor. Buna can koyan erkekler değil. Benim toprağımda bu topraklar için ölmüş, savaşmış çok kıymetli kadın figürlerimiz de var bizim. Hele bizim emperyalizme karşı 1900'lü yıllarda sürdürdüğümüz ulusal kurtuluş mücadelesi sırasında çok sayıda kadın kahramanımız var. Yani hem de erkeklerin yanı başında ve o savaşı birlikte omuz omuza götürdüklerini de iyi biliyorum. Böyle değerlendiriyorum.
-Sizi ve Türkiye’mizin ünlü isimlerini bize tanıtan Fethi Akın beyle dostluğunuzun hikayesi?
-Fethi Bey ile benim aslında çok eski bir dostluğum yok. Çok geçmişe dayanmıyor ama şimdi çok kıymetli bir yakınlığım var. Kendisiyle yanılmıyorsam 6-7 yıl kadar önce tanıştım ve aynı ilk günkü yoğunluğunu da bu süreç korudu.
Beraber çok kıymetli bir iş yaptık. Yaklaşık işte 1919'da başlayıp 1922'de sonlanan bizim ulusal kurtuluş mücadelemizin bu bir ayıptı aslında, bir eksiklikti; hiç romanı yazılmadı. Gerçekten Kurtuluş Savaşı'nı roman tadında bir edebi eser tadında hiç romanı yazılmadı.
Birkaç tane girişim diye sayılabilecek husus var. İşte Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek kitabını sayabiliriz ki orada bir bölümünde bir sahne dekoru olarak geçer Kurtuluş Savaşı. İşte Tarık Buğra'nın kitabında bir miktar Kurtuluş Savaşı'ndan ifade edilir.
Yeni dönem sayılabilecek Turgut Özakman'ın kitaplarında biraz Anlatılır ama onlar roman değildir. Biz bu eksiği bunun ciddi bir ihtiyaç olduğu konusunu bir çalışma arkadaşımla yıllardır dillendirirdik. Yani bunun hala kaliteli bir romanı yapılmadığı kaliteli bir filmi yapılmadığı diye tam da o günlerde tanıştığımız bence Türkiye'nin en iyi edebiyatçılarından Güner Dinç Aslan.
O gün tanıştığımızda 13 tane romanı vardı ama elbette savaş romanları, Kurtuluş Savaşı Destanı ile ilgili romanlar değildi. Biz bir karar verdik. Sevgili dostum Murat Sururi Özbülbül, Güner Hanım ve ben bir çalışmayı başlattık önce.
Dedik ki en iyi bildiğimiz yakın dönem savaşlarından biri Sakarya Savaşı. Çünkü o savaş Türkiye'nin varlık ve yokluk meselesidir. 22 gün 22 gece sürmüştür. Eğer o savaşı biz kaybetseydik şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden de söz edilemezdi. Bu topluluk Anadolu topraklarında yaşamaya devam edemezdi. Bizim varlık ve yokluk savaşımızdı o. Savaşın top sesleri Başkent Ankara'dan duyuluyordu o tarihte.
Ankara başkent değildi henüz. Burada şuna karar verdik. Bu savaş 22 gün 22 gece yapılmıştı. Biz de bu romanı 22 gün 22 gecede yazmalıydık. Tarihi gerçeklikten hiç kopmadan %100 tarihi gerçeklikle örtüşen ki bunu sağlayan bir dostumuz da oldu. Emekli bir albay, bir Başkent gönüllüsü, Sakarya Savaşları'nın gönüllüsü Kadim Koç'la birlikte.
O bizi doğru yönlendirdi. Hiçbir tarihi hata olmadan neredeyse genel kurmay kayıtlarını esas alarak o gerçeklik içinde ama bir roman tadında bir roman yazdık önce. Romanı Güner Hanım yazdı.
Biz bu demin ismini zikrettiğim arkadaşlarımla birlikte onu asiste ettik. Romanın adı 22. Bu da basıldı ve Türk okuruyla da buluştu. Sonra bu grup dedik ki Sakarya Savaşı 22 gün 22 gece sürdü. Biz düşmanı en azından durdurduk. Biraz gerilettik. Ama onlar hala Anadolu topraklarında yaşamaya devam ediyorlar. Onların bu topraklardan atıldığı 9 Eylül'le sonuçlanacak İzmir Savaşı'yla sonlanacak bir hale dönüştürmeliydik. Oturduk, hiç ara vermeden savaşın kalan kısmını 30 Ağustos'la başlayıp 9 Eylül'le biten savaşı romanını bir devam romanı niteliğinde devam ettik. İlk romanımız yanılmıyorsam 350 sayfaydı. İkinci romanın adı Dörtnala ve o 400-450 sayfalık bir roman olarak yayın hayatına katıldı. Yine bu ekip demin Kızılcagün üstüne konuşmuştuk. Aslında Kızılcagün bir günü anlatıyor. 27 Aralık 1919. Tam da o bir günü yine bir romana dönüştürdük. Zaman zaman geri dönüşlerle ama ileri gitmeden geri dönüşlerle bir günün hikayesini o Kızılcagün’ün o büyük buluşmanın hikayesini de romana dönüştürdük.
Yanılmıyorsam önümüzdeki ay itibariyle de o da Türk Edebiyat alanına dünyasına katılacak. Ben Fethi Bey'i bu sürecin içinde tanıdım.
-Azerbaycan’ın ünlü isimlerinin, tarihi şahsiyetlerinin hayatını araştırmayı düşündünüz mü?
-Aslında bu soruya verilecek sağlıklı yanıt şu; benim prensip olarak çektiğim programlar Gizlenenin Peşinde formatında aslında kamuoyunda son derece az ve yanlış bilinen, çok radikal biçimde bir yanlışın düzeltilmesine yönelik olarak gelişiyor. Genel kabul görmüş doğruların anlatımıyla alakalı değil. Bu çerçevede elbette program çekmeyi çok isterim. Ancak burada sizlerin katkıları önem kazanır. Benim kamuoyunda neyin yanlış anlaşıldığı konusunda bir kanaatimin olması takdir edersiniz ki son derece güç. Sizlerin katkıları ve uyarıyla bir araştırma gerekliyse bunu seve seve yaparım. Bunu sadece görsel olarak yapmak değil hem görsel hem de ardından yazılı olarak makaleler ve haberler olarak da geliştirmek mümkün. Ancak bu konuda bana katkı ve destek sağlamanızla alakalı söz vermeniz gerek. Böyle düşünüyorum.
-Türkler için Ana Vatan, Ata Vatan neresi?
-Hiç kuşkusuz, yeryüzünde bütün dünya itibariyle yaşayan bütün Türkler için hepsinin ortak ana vatanı, ata vatanı diye bir tarifin çok zor olduğunu düşünüyorum açıkçası. Anadolu toprakları hiç kuşkusuz, Anadolu coğrafyasında yaşayan biz Türkler için bizim ana vatanımız, ata vatanımız.
Sizler için, Azerbaycan'da yaşayan Türkler için o coğrafya öyledir. Ama yanılmıyorsam birkaç yıl önce okuduğum National Geographic'de bir makale, fotoğrafla süslenmiş bir makale. Genetik olarak DNA'lar üstünden bir tarifle yola çıkılarak yapılmış çok akademik bir çalışmaydı.
Onun Orta Asya'nın ta ortalarında hala bir yapıdan yola çıkılarak oradan bulunduğunu öğrendim açıkçası. Tahmin ediyorum ki Kuzey Amerika'yı, Güney Amerika'yı, Ant Dağları'nı, Kızılderilileri, Aztekleri, İnkaları düşündüğümde Bering Boğazı'ndan geçerek oralara gitmiş Türkler olduğuna dair bir kanaatim var. Kıta Avrupa'sına kadar gelip Altınorda ülkesini inşa edenler, sonra Kuzey Avrupa'ya gidenler, bugün bizlerin Viking diye tarif ettiğimiz gruplarla bir ortaklığımızın olduğuna kanaatim çok yüksek.
Yani kullandığımız alfabe açısından, runik alfabe, onların alfabesiyle müthiş benzerlikler arz ediyor. Kıta Avrupa'sının ortasında işte bugünün bizim Hungary dediğimiz Macarlarla ortak 400'e yakın sözcüğü paylaşıyoruz. Kuşkusuz yeryüzünün bütün insanlığın başlangıç noktası neredeyse Orta Asya'nın ortalarından o steplerden çıkan biz Türkler olduğu kesin.
Ama bir vatan tarifi bu çerçevede, bu anlamda bir vatan tarifi yapmıyorum açıkçası. Biz Anadolu Türkleriyiz ve buradayız, siz oradasınız ama bizim aramızdaki bu bağ çok kıymetli ve çok değerli. Kendimizi iyi hissettiğimiz coğrafyalar ve ben iki yıl kadar önce hem Kırgızistan'ı hem Özbekistan'ı dolaşma fırsatı buldum.
Orada da çok hoş programlar da çektim. Orada kendimi hem de bugünün Türkçesiyle kullandığım Türkçenin bile bu haliyle yeterli olduğunu gördüm ve günlük ihtiyaçlarımın tamamını da karşılayabildim. Bu çok heyecan vericiydi, çok keyif verici bir durumdu açıkçası.
-Canınızı sıkan reng. Hangi rengi daha çok seviyorsunuz?
-Canımı hangi rengin sıktığını siz sorduğunuz anda düşündüm açıkçası. Bu yaşıma kadar hangi renk beni sıkıyor? Muhtemelen ana renklerin dışında karmaşık olanlar sıkar herhalde. İki rengin birleştirilerek ortaya çıkılmış halini sevmem.
Sevdiğim şey bir saflık, bir temizliktir. Ama prensip olarak hangi rengi sevmediğimi söylemeyeyim ama maviyi çok sevdiğimi söyleyeyim.
-İnsan neden ve neyin hasretini çekiyor?
-Neyin hasretini çekiyor insan? Domestik bir soru, çok kişisel bir soru. İnsan olarak açıkçası huzurun, mutluluğun, refahın hasretini çektiğimiz söylenebilir. Yaşamın merkezine bunu koyarsanız bunun özlemiyle hayatınızı kat edersiniz, tamamlarsınız. Ama esas olan bunu refahın bir parçası olarak bunu önce müzikle, sanatla, edebiyatla, estetikle taçlandıran insanların da şanslı olduğunu düşünüyorum.
Bütün bunlardan uzak, bütün bu keyiflerden uzak yaşayan milyonlar var. Hele bu Azerbaycan'da ne kadar var bilmiyorum ama benim ülkemde çok saçma sapan üretimlere sanat dediğimiz, sanatçı diye tarif ettiğimiz, televizyonlarda onları köpürttüğümüz bir sürü insanı görüyorum ve bundan hicap duyuyorum açıkçası. Ne benim sanat tarifime uyuyor ne sanatta ahlak anlayışıma uyuyor ama böyle bir zaman zaman böyle bir garabet içinde yaşıyoruz.
Bu meseleyi çok önemsiyorum. Bir fırsatta çok özel olarak sanata nasıl baktığım konusunu bir tarihi perspektif içinde değerlendirme fırsatı da önümüzdeki günlerde buluruz diye düşünüyorum. Hatta size bir sözüm olsun, yeryüzünde sanatın nasıl evirildiğini, nasıl değiştiğini, hangi coğrafyalara nasıl yayıldığı konusunu, hangi coğrafyalarda nasıl şekillendiği konusunu da bir başka sohbetimizde de konuşuruz.
-Herkese sevgimiz yettiği halde neden kendimizi başkaları kadar sevemiyoruz?
-Herkesin sevgimizin yettiği halde kendimizi başkaları kadar sevemiyoruz. Gülnare Hanım çok katılamıyorum size. Ben açıkçası kendimi seviyor muyum bilmiyorum ama kendime çok saygı duyuyorum.
Kendimi çok önemsiyorum ve kendime yatırım yapıyorum. İşte bu kitap okumaları da üretimlerim de bunun bir parçası açıkçası. Kendime saygımla yapıyorum ve bütün yaşamım boyunca da kendime saygıyla yaşamımı devam ettirmeye özen gösteriyorum.
Herkesi sevdiğimizi bilmiyorum. Herkesi seviyor muyuz bilmiyorum. Ben biraz bu konuda seçiciyim. Sevmediklerim var hiç kuşkusuz ve bu sevmediğim meseleleri de dillendirmekten de geri kalmam. Sevmediğimi, niye sevmediğimi de ifade ederim. Yani bu noktada hiç oportünistdavranmadım. Davranmayı da düşünmüyorum açıkçası.
-Dünya bi kürbettir anlayana. Sizce?
-Bu gurbet meselesi insanın kendi içine yolculuğu diye düşünüyorum ben. Yani gittiğiniz her yeri kendinize vatana dönüştürebilirsiniz. Vatanınızı beyninizde, ruhunuzda gittiğiniz yere taşıyabilirsiniz. Bu sadece fiziksel bir ayrılıktan söz etmiyorum. Ama insanın gurbeti, yolculuğu kendi içine doğrudur diye değerlendiriyorum açıkçası. Ben de size soruyorum ya sizce?
-Nereden gelib nereye gidiyoruz?
-Biyolojik olarak sürdürdüğümüz, kat ettiğimiz bir mesele var. Bir yanıyla da kendi iç dünyamızda yaşadığımız bir serüven var. Herkes topluca bir yere doğru gitmiyor açıkçası. Hep beraber bir yere gittiğimizde söylenemez. O aslında bir ideal olur, bir ütopya olur.
Kendi iç dünyamızda başka serüvenleri yaşıyoruz. Kesişme noktaları olabiliyor. İşte bu tartışma 5-6 yıl önce benim Fethi Akın Bey'le kurduğum bir ilişki. Bugün sizinle bu sohbet noktasına taşıyor bizi. En azından beni. Nereye gidiyorum derken bu yolda beklediğim, umduğum bir karşılaşma değildi bu. Bu kısmen rastlantısaldı. Ama dünyaya benzer gözlüklerle baktığımız konusunda çok kuşkularım yok açıkçası. Benzer şeyleri hissettiğimizi değerlendiriyorum, düşünüyorum.Herhalde böyle bir yolculuk yapıyoruz.
-Memleket şiirleri ve memleket hasreti ile dolu Nazım Hikmet’i neden Türkiye uzun zaman sevemedi?
-Aslında bunu doğru değerlendirmek için Nazım Hikmet'i çok iyi ve doğru anlamak lazım. Benim için Nazım Hikmet, yeryüzünde karşılaştığım, okuduğum, hele en çok da neredeyse bütün eserlerini okuduğum tek şair diyebilirim. Hatta şair de dememek lazım. O aynı zamanda hem romancıhem hikayeci hem de bir ressam.
Çok özel biri. Niye sevilmemiş olması meselesi tümüyle yaşadığı dönemin siyasal konjonktürüyle ilgili. Onu sevmeyenler bugün de hala sevmiyorlar zaten. Çünkü burada ideolojik bir şey var. Ama şunu söyleyeyim, ne kadar ideolojik olarak dünya görüşü itibariyle karşı olsalar da sanatı konusunda çok da haksızlık edemiyorlar. Yine de onu dünyanın en iyi şairleri noktasındaki dünyanın algısıyla örtüştürüyorlar diye düşünüyorum.
Hatta ironik bir şey söyleyeyim. Yani Nazım Hikmet'i sevmeyenler utansın bence. Onları o ilkellikleriyle, o primitif halleriyle baş başa bırakmayı tercih ediyorum. Nazım Hikmet onu doğru anlayanlar açısından çok değerli ve çok kıymetli. Ve gelmiş geçmiş en iyi şairlerden bir tanesi.
-Azerbaycan’dan bildiğiniz ve tanıdığınız ünlü isimler?
-Böyle sorulara yanıt vermekte güçlük çekiyorum. Elbette tanıdığım, bildiğim ünlü isimleri var Azerbaycan'ın, Ancak bunları sayarken eksik bırakma halimde bunu da tanımıyormuş, bunu da sevmiyormuş değerlendirmesi yapılabilir. Onun için biraz kaçamak olacak ama ben burada isim vermeyeyim. Ama topluca Azerbaycan'ın kıymetlendirdiği, önem verdiği insanları elbette tanıyorum.
-Gizlenenin Peşinde - ne arıyorsunuz ve neyi tapıyorsunuz?
-Aslında ne güzel bir soru. Çünkü Gizlenin Peşinde aradığım şey aslında bilgi. Bilgi bana göre 21. yüzyılın en kıymetli hazinesi ve insanlık bence hem bilginin üretimi hem de bilginin saklanması konusunda da en büyük harcamayı yapıyor. Milyarlarca dolar para harcıyor. Ulaşmak istediği şey bilgi ve de bilgiyi koruma konusu. Onu doğru saklama konusu. Benim merakım da bilmediklerimle ilgili. Ben bildiklerimden merak duymuyorum. Bilmediğim şeyler beni meraklandırıyor.
Bu önce Başkentle ilgili ortaya çıktı. Çünkü bildiğiniz gibi Ankara 5000 yıllık tarihi olan çok özel bir şehir. Roma'nın Roma döneminin ikinci büyük şehri. Herhalde Türk dünyasının en önemli şehirlerinden biri. Bu ülkede Galatlar, Frigler, Persler, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve yeni Genç Cumhuriyet. Yani binlerce yıldır çok farklı medeniyetlere başkentlik yapmış çok özel bir şehir. Zaman zaman Ankyra denmiş, Angora denmiş, Engürü denmiş sonunda da Ankara demişiz. Hatta Ankara'nın nereden geldiğine ilişkin tartışmalar sırasında da rivayet muhtelif.
Ne kadar çok mitolojik anlatımımız var Ankara'nın adına dair. Buradan başlayarak, buradan yola çıkarak gerçeği doğruyu ama esas olarak da bilgiyi anlamaya çalıştım. Şimdiye kadar söylediğim 600-700 program çektim. Hiçbirinde de iddiayla söylüyorum, hiçbirinde de program sonrası bu bilginin yanlış olduğuna dair bir geri dönüş almadım. Bunu gururla söylüyorum. Bütün programlarım sonrası ya insanlar yanlış bildiklerini doğrusunu öğrenmiş oldular ya da evet biz bu bilgiyi zaten biliyorduk dediler.
Ama izleyenlerimle, okurlarımla yanlış bir enformasyonu hiç paylaşmadım. Evet
-Bu yıl Sumgayıtımızın 75 yılı tamam oluyor. Şehirimize ne arzu ederdiniz?
-Sumgayıtımızın 75. yılını tamamlıyorsunuz. Sizi tebrik ediyorum, kutluyorum. Böyle dönümler çok kıymetli. Dilerim 775'i, 1075'i kutlarız.
Şehrimize ne arzu edersiniz? Valla çok hazırlıksız olduğum bir soru. Bu kenti sadece Google taramalarıyla paylaşılan bilgilerle anlamaya çalıştım. Elbette benim düzeyimde biri, gizlerinin peşinde merakı olan biri bununla yetinmez yani yetinemem. Herkesin bildiği bir şeyi genel olarak da paylaşmam. Belki siz bu konuda yardımcı olabilirsiniz ve sizin de az bildiğinizi düşündüğünüz, Sumgayıtlıların az bildiğini düşündüğünüz hususlar olabilir. O benim açıkçası bu meraklı gözlerimle orada benzer değerlendirmeleri, programları yapabiliriz diye düşünüyorum.
Yani benim uğraşı alanım hiç kuşkusuz Anadolu coğrafyası ama Azerbaycan coğrafyası da beni heyecanlandırıyor. Dilerim, umut ederim, böyle söyleyeyim. Önümüzdeki dönem Azerbaycan'ın bilinmeyenleriyle ilgili program yapacak bir ortamı, bir vasatı birlikte oluşturabiliriz diye düşünüyorum.
-Azerbaycan Yazarlar Birliği ile ilgili neleri biliyorsunuz? Nazım Hikmet’in Azerbaycanda, AYB üyeleri sırasında çoklu dostları olduğundan haberiniz var mıydı?
-Azerbaycan Yazarlar Birliği'yle ilgili bilgilerim sizinle, sizin bulunduğunuz platformlardan yaptığınız paylaşımlarla, bütün o uzun Covid günlerinde yaptığımız Zoom toplantılarıyla anlamaya çalıştım ve tabii ki küçük okumalar yaptım. Nazım Hikmet’in Yazarlar Birliği arasında çoklu dostları olduğundan haberim tabii vardı. Çünkü ben, anımsayacaksınız, Nazım Hikmet’in ressam yönü Türkiye'de bile bilinmez. Onun kayıp bir tablosuyla ilgili çok hoş bir program yapmıştım. O resim hala duruyor, o tablosu. O programı yaptıktan sonra işte sizlerden geri dönüşü olmuştu. O programın Azerbaycan'da da karşılık bulduğunu siz söylemiştiniz zaten. Bir de Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev'in babası, daha önce de Yazarlar Birliği'nde başkanlık yapmış Resul Rızayev'di. Nazım Hikmet'le yakın dost olduklarını da zaten biliyorum.
Bu söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Dilerim kendimi bu kısa sürede anlatma fırsatım olmuştur. Sizleri, Azerbaycan'ı, Yazarlar Birliği'ni ve Sumgayıt'ı daha da yakından tanıma fırsatının oluşmasını çok isterim.
Benim adıma, benim yapabileceklerimle sınırlı, hiç kuşkusuz ne varsa sizin için yapmaya hazırım. Her türlü göreve de hazırım. Size iyi günler diliyor ve 75. yılınızı da bu vesileyle tebrik ediyorum…
“Ədəbiyyat və incəsənət”
(03.12.2024)